18 Kasım 2014 Salı

Şimdi Siz de Herkes Gibisiniz

 
Hepimiz hayat tiyatrosunun birer oyuncusuyuz. Doğumla açılan perde son sahnede, son nefesle kapanır ve rolümüz sona erer o anda. Hepimiz kendi oyunumuzun başrolüyüzdür. Ama hepimiz hayat tiyatrosunun figüranı olmaktan öteye de geçemeyiz. Kendini oyuna fazla kaptırınca insan figüranlığı abartır ve kendini başrol zanneder bir iki alkış duyunca. İşte dünyamıza yani figüranların kendini başrol sandığı hayat tiyatromuza hoş geldiniz.

   Değer verdiğimiz, önemli gördüğümüz, herkesten farklı bir yere koyduğumuz insanların değişimlerini izliyoruz tiyatromuzun bugünlerdeki oyununda. Kendilerini tanıttıklarını andan şu ana kadar geçen süreye bakınca bu denli bir değişimin olabileceği ihtimalini unutmuş olmanın pişmanlığını herkes yaşıyordur kanımca. Çünkü insanlara artık safça, temizce, içtenlikle inanmanın büyük bir hata olduğunu yine unuttuk. Vaktiyle beylik laflar edip size yüzlerce kelimeden oluşan cümleler dizen, güzel güzel laflar eden insanın aslında bir maskenin ardında yaşadığı gerçeğini ancak şimdi anlıyor insan. Kısa süren güzel zamanlar, sözde mutlu anlar, keyifli sohbetler yerini boşluğa ve bir çok soruya bırakıyor. Ve insan şu soruyu sormadan edemiyor: "Neden?"

9 Kasım 2014 Pazar

Sahte Şekerler

 
Şekerler ne tatlı şeylerdir. Bazen krizi tutar insanların şeker yemek için. Şekerleri severim gerçi şeker sevmeyen var mıdır diye sormak biraz garip olacaktır. Öyle ya da böyle hepimizin çürük dişlerinin sebebi  o çok sevdiğimiz şekerlerdir.  

    Şekerlere karşı tüm sevgim bir gün lunaparkta pamurşekerlerin yapılışını öğrendiğim gün kayboldu. Öyle bir hayal dünyası kurmuşum ki zihnimde, onları hep pamuktan yapılıyor  sanardım. Adı pamuk kendisi toz şeker olan şekilci şekermiş onlar. Hammaddesi toz şeker olunca pamurşekerin benim hayallerim toz oldu. Pamukşekerler de birçok insan gibi sadece şekilden ibaretmiş. Üstelik o pembe renkleri de boyaymış. İşte o gün sadece çok sevdiğim bir yiyeceğin nasıl yapıldığını öğrenmedim. Ben o gün aslında bildiğimizi sandığımız birçok şeyin sadece görüntüden, şekilden ibaret olduğunu gördüm. Ben hayatın şeker görünen acı gerçeklerini o zamanlar tatmaya başladım. 

29 Haziran 2014 Pazar

Bu da geçer yâ Hû!

Bir yığın misketim vardı, bir yığın tasom, sporcu kağıtlarım… Her alındığında en fazla 3-5 gün oynayabildiğim futbol toplarım, solak olduğum halde sağı patlayan spor ayakkabılarım ve hepsinden çok çok çok fazla bir hayal dünyam vardı. Gökyüzünde özgürce uçurduğum ve her biri benim bir hayalimi simgeleyen balonlarım vardı. Ben büyüdüm onlar ufaldı, ben onlara yaklaştım onlar uzaklaştı, ben tutmaya kalktım onlar birer birer kayıp gitti ellerimden. Avucumda kırgın aksim, başımda eski alemlerden sarhoş bir rüzgar, kalbimde mazinin onulmaz izleri ve zihnimin vebası hayal kırıklıkları…

Her şey güzel olacak diye umut ederek tüketiyoruz nakd-i ömrü. Güzel yarınların var olduğunu inanıyor ve her sükut-u hayalden sonra “Hayırlısı buymuş.” deyip düştüğümüz yerden kalkıyoruz. Buna hayret etmemek elde değil gerçekten. Koşulsuz teslimiyet bu olsa gerek. Yazgıyı yazana inancımız öyle bir raddeye gelmiş ki alın yazısının mürekkeple yazılmadığını öğrenmişiz. Her olumsuzluğu, düş kırıklığına, musibete rağmen buna da şükür diyebilmek asıl marifet. Eskilerin dediği gibi “Bu da geçer yâ Hû, bu da geçer elbet.”

Yaşamak güzel şey vesselam. Nefes almak, yaşamdan tat almak, güzel vakit geçirmek, dost edinmek, sevmek, sevilmek… Yaşamın her anında ondan zevk alacak anlar var elbet. Lakin insanı üzen, düşündüren, hüzne sevk eden olayların sayısı az da değil. Hatta çoğu insan için acı mutluluktan daha baskın ve bakidir. Olmasını istediğimiz, arzu ettiğimiz çoğu şeye sahip olamayız maalesef ve her düş kırıklığının ardından hüzne kapılır, hayatı sorgularız. Sonra güneş doğunca kapkara bulutların ardından ve onun gülümsemesini görünce tatlı bir tebessümle kadere selam dururuz. Hani derler ya gecenin en karanlık anı güneşin doğumuna en yakın anıdır diye işte onun misali kaderimizin en karanlık anı, en sıkıntılı anı, en acı anı belki de huzur kapısının, mutluluk kapısının, nasip kapısının açılmasından hemen önceki andır.

Birer yorgun savaşçı olabiliriz, her kavgamızdan mağlup çıkmış olabiliriz, her mücadelemizde yerle yeksan olmuş olabiliriz, feleğin sillesini yemiş olabiliriz lakin pes edemeyiz. Bize verilen süre dolmadan yaşamın kapısından çıkıp gidemeyiz. Bin kere düşsek de bin birinci için kendimizde savaşacak, kavga edecek, mücadele edecek dirayeti bulmalıyız. Almaya başladığımız ilk nefesten vereceğimiz son nefese kadar bu dünyadayız ve kader çizgimizde, kendi kulvarımızda koşup duracağız. Bize yakışan mutluluğu aramaktır, mutlu olmayı aramaktır, sevmeyi sevmektir, insan olup insan gibi dik durmaktır ve kaderimize gülümsemektir. 

16 Şubat 2014 Pazar

Demiryolu Hikayecileri

Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasında, bir demiryolu
istasyonunda çalışan üç hikâyeciydik. İstasyon binasına bitişik yan yana üç
kulübemiz vardı. Ben, genç Yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikâye satıcılığı
yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek
uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız
söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve
sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikâyeciler uyurduk.
Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece
yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu
saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikâyeciler) uyuyarak gece
ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat
nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru.
Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu,
bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak,
kapamak.. bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık
bedava hikâyeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu
zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikâye yazdığımız
düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden
sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşamüzeri ilham geliyordu ve gecenin geç
saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu' sözüyle
alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına
çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle
eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar
zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan
memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak
elle yazdığımız hikâyeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize
çekiyorduk. Hikâyeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı
bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç Yahudi’ye
veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç Yahudi’yi çok seviyordum.

Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz
de istasyon binası için ayrılan alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir
örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon
şefi gülerek, "memur hikâyeciler" diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez
tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere
parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından
ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikâyecilersiniz diyordu
istasyon şefi bize. Aslında ben memur ya da esnaf olarak nitelendirilmek
istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki
ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi
iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcal bir durumda'
olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı
satmak için. Tabii genç Yahudi’nin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek
satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak
çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikâyeden ancak
bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek
alıcı bulamıyorduk. Hikâyeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara
müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikâyeler
yazıyorduk ve bir iki günlük modası geçmiş hikâyeleri uzattığımız zaman
yolcular yüzlerini buruşturarak, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?"
diyerek bayat hikâyelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve
ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.

Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde
durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu
istasyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta üçüncü perona (bunlara `peron'
denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden
öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada
uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önce yük vagonlarına çarpıyorduk
telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece
karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi
aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır
sepetler içinde tomarlar halinde duran hikâyelerimiz, hemen satılmıyordu. Her
yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir
göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri
için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.

Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca,
sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün
aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara
perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kâğıtlara
sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa
hikâyelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst
incelemeden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları
vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis
ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı.
Ülkede taze olarak hikâye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de
duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir
kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına birkaç kuruş vererek yolcuları
bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava
birer hikâye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden
düşme satıyorlardı). Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı.
Bunlardan bazılarıyla ilişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri
için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi
yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için
çok acıkıyorduk. Hikâyeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor,
geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın
istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının
verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle
birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her
zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız
hikâyelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece
sucuk-ekmekçi bazen hikâyelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son
kopyalardan olmak şartıyla: İnce kâğıttan olduğu için sigara sarıyordu
hikâyelerimize.

Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satışlar iyi gitmişse, yiyecek
satıcılarına hikâyelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı).
Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna
kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikâyenin sonuna doğru da uyanırlardı.)
Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden
geldiği kadar hikâye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım
okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek
içini çekerdi. Olur, böyle şeyler derdi elmacı da: İnsan neler görüyor
yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikâyeler de yazmıştım.
Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.

İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her
hikâyemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir
dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin
toprakları içinde yazıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim
durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım:
Bizim durumumuzu düzeltecek, bize de istasyon toprakları içinde şerefli bir yer
verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her
zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan
kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında Sağlığı Koruma
Yasalarının uygulandığını ileri sürerdi.

Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç Yahudi gittikçe zayıflıyordu.
Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu.
Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon
şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizden hikâyeleri neredeyse
zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim
istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu.
Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.

Üzüntüler içindeydim, üstelik âşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede
oturan genç kadına âşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon
memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı
vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikâyeleri
ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim.
Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı
mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi
değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun
olarak hazırlanmış gazoz, saydam kâğıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak
istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden
yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da,
yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı-
gece yarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
bulmuştuk ve henüz yataklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden.
Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz -genç
kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu
kasabaya hangi rüzgâr atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek
satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı
doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu.
Kitap almak için büyük şehre gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar
altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve
garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize kutu
gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza
çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen
gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine
daha önce sattığımız hikâyelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene
gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikâyeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş
bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikâyelerin dış sayfaları
ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde
titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon
yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikâyeleri,
paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.

Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren
uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş,
başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikâye sepetlerimizi koluma taktım,
uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla
ümitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi
bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve
rayların arasında sıkışıp kalmış kulübemde yazmış olduğum bir günlük
hikâyelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet, genç
kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken Yahudi’nin evinin önünden
geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç Yahudi’nin de
hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikâye satmaya çıkamıyordu;
hikâyelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikâyelerini de
ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz
edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa
hikâyeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi
hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını
çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu.

Ben o sıralarda aşk hikâyeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi,
dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun
bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma
kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim,
istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın
diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman
küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri
sürerek sadece bu konuda hikâye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek
veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş
yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya
çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaşmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar
altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak
için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit
ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç
kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.

İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular,
tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir
müşteri kalabalığına yeni hikâyeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe
ağırlaşan genç Yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. hangi tarafa
yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da
hikâyelerine yardım etmek zorundaydım.

Düşüncemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim
gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık.
Hikâyelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine
bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu
zaman. Evet, bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın
dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler
toplayarak savaş hikâyeleri yazdım bir süre. Bu arada birçok şeyi
hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi
savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç Yahudi
bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde
kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre,
savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.

Sonra, hikâyelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının
yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde
önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin
adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan
adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır
birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı
bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti,
unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her
gün yazmak zorunda olduğum hikâyelerin dışında kalan kelimeleri
hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon
şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç
Yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek
belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede
alıştım.

Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum.
Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikâye
yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehre gidemez, kendime
yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de
gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden
başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik.
Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı.
Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden
koşturan kısa hikâyeler yazmak istemiyordum.

Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının
gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç Yahudi yoktu; bir süre önce
ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki
istasyon şefi, ben daha bu isteğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün
-bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında
onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine
geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun
sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi
bildirmek için...neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç
kadın bir süre önce gitmişti. Evet, kulübesi boştu. Benim uzun hikâyelerimden
birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O
günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikâyelerim nedense hiç satmıyordu.
Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum.
Hikâyelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok
geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre
önce- kendisine satmış olduğum hikâye hakkında ağır eleştirilerde bulundu.
Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim.
Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre
önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi
unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de
çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum
-bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı
söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa pek alıcı bulamamakla
birlikte, daha iyi hikâyeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de
dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu
şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim
bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikâyelerimi de
dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe
daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü
gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra
tabii- istasyondan ayrılmıştı.

Bu, son yazdığım hikâyelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikâye birikti.
Hikâyelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hepsini
yazmış olmayabilir. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı
uyanıyor ve bu yeni hikâyelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da
şimdi ölmüş bulunan genç Yahudi’nin sepetine- özenle yerleştiriyorum,
demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon
şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum -çünkü
yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde.
Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse,
bunlar önemsiz ayrıntılar.

Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi
kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakkaldan utandığım
için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura
tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres
bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi
bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de
var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu
beni düşündürüyor. Bu hikâyemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de
sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak
okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu
nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep
onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğumu bildirmek istiyorum.

Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

Oğuz ATAY

27 Ocak 2014 Pazartesi

Mazi Kalbimde Yaradır

  
    Hayatta her güzel şeyin bir sonu oluyor. Ve bizler maalesef zaman akıp giderken onun kıymetini bilmiyoruz. Azar azar akıp gittiğini sandığımız zamanın ardından bakınca aslında zamanın ömrümüzün bir bölümünü beraberinde götürdüğü anlıyoruz. Ne kadar çabalasak da, hayıflansak da, ağlasak da, kahrolsak da giden gittiğiyle, kalan kaldığıyla kalıyor. Zihnimizin bir köşesinde hep aynı cümle tekrarlanıyor: "Ya, ne de çabuk geçti zaman?" Maalesef bunu işten işten geçtikten sonra anlıyor insan. içimdeki dar sokaklardan zaman nehri akıp giderken ben ne önüne bir set kurmuşum ne de mataramı o su ile doldurmuşum, iş işten geçti anlaşılan.
   
   Yürüdüğüm hayat yolunun tam bu noktasında arkama dönüp baktığımda pişmanlıklar, acılar, yanlışlar, zayıflıklar, güzellikler, mutluluklar, dostluklar, arkadaşlıklar, sevdalar, yalanlar, doğrular bir yığın hatalar görüyorum ve hiçbirinden şikayetçi olmuyorum. Zaten güzel yanlarından şikayetçi olamam yaşantılarımın ama kötü görünen yanlarından bir şikayetim yok. Çünkü ben şu anda, hayatımın parçalanmaz akışında nefes almaya çalışabiliyorsam, dik durma gayretini gösterebiliyorsam ve hayata pozitif bakma denemelerimi gerçekleştirebiliyorsam bunu sana borçluyum ey geçmişim! Geride bir enkaz bıraksa da çoğunlukla zaman, şükür ki baraka gibi olsa bile kurmayı başardım kendime bir cihan. Bu cihanın içinde çok müstesna şahsiyetler ve anılar var. Sayıları çok olmayabilir ama etkileri her daim sürüyor hayatımda. Görüşmeyeli epey uzun zaman olmuştu birkaçıyla çok şükür ki hayat yollarımızı kesiştirdi tekrar. Yad edildi anılar, açıldı defterler ve tebessün edildi eskisi gibi hayata. Ayrılık vakti gelince buruktuk, hüzünlüydük, kederliydik belki ama yine de gülümsüyorduk çünkü biliyorduk ki kopmaz bağlar oluşmuştu aramızda. Elbet birgün buluşacaktık.
  
    Zaman acımasız olabilir, hayat bize oyunlar oynayabilir, insanlar bize ikiyüzlülük yapabilir, bu böyledir. Ama hiçbir şey birbirine saygı ve sevgi duyan insanların önüne geçemez, onları engelleyemez. Mutlu ediyor beni güzel insanlar tanımış olmak ve tanıyor olmaya da devam etmek. Onları tanıdığıma şükürler olsun. Ve şükürler olsun ki bu güzek insanların sayısında minik kıpırdanmalar oluyor. Hayat sen çok garipsin ve sürprizlerle dolusun ama yaşanmaya değersin. Seni yaşıyor olmak güzel şey doğrusu.

23 Ocak 2014 Perşembe

Bir Ben Daha Var

    Şöyle engin bir denize nazır ufku gözlerken bulmak istiyorum kendimi. Aslında daha çok kendimi bulmak istiyorum. Kaybettiğimi çok sonralar fark ettim benliğimi. Artık hiçbir iz kalmamış bendeki benden. Ne olduğumu hatırlamak da zor gerçi.Umut fakirin ekmeği, bulma umudunu tüketmeye köşesinden başladım ben de. Peki kimdim ben? Kimin nesiydim bu koskoca alemin büyük yürekleri içinde? Mesele tam da burada olmak ya da olmamaktı işte.

    Kara bulutlu bir gökyüzünden güneş sızar ya karanlık içine işte öyle olsunu istedim hep. Bir mum ışığı da yeterdi ama kimse çakmak bile çakmadı karanlıklar koridorundaki yolculuğum esnasında önüme. Ben de gözümü karanlıklara alıştırdım. Önce kimsesizliğe sonra sevgisizliğe sonra da bensizliğe. Ürkek bir tavşan misali en ufak çıtırtıdan korktum, en ufak ışıktan kaçtım. Yürek alışınca bir kere sessizliğe ve karanlığa, bir karıncanın ayak sesi çığlıkları çağrıştırır, bir nurlu gözün feri güneş ışığını anımsatır. Dedim ya alıştırdım yüreğimi, idmanlıyım yani. Felek her seferinde başka bir silahını denedi üzerimde fakat beceremedi beni alt etmeyi. Bilirim ki vazgeçmeyecek çünkü adı felek, onun işi sürekli insanı denemek. Yüzüme çarpan şiirler, şarkılar da onun işi... Ben üzerine gidiyorum ki anlasın, ben ben değilim ki.

    Şikayet etmiyorum hiçbir şeyden. Sonuçta bu benim kaderim, neyse ederim onu yaşar sonra terk-i diyar ederim. Palyaço olmak istemiyorum artık. Görünür yüzüm artık özüm, en büyük kanıtımdır artık sözüm.




19 Ocak 2014 Pazar

Tedavi İstemiyorum Doktor!

Sağlam tek bir parçası kalmıyor yüreklerin. Zaten sırçadan olması yetmiyormuş gibi en ufak bir çizikte çatlamalar başlıyor, çatlaklar büyüyor ve parçalanıyor gönül köşkü. Kimseler düşünmüyor sözlerin, gözlerin, gizlerin akıbetini. Varsa yoksa kendileri ve kendi âlemleri… Aynılaşmalar başlıyor daha sonra ve aynılar başlıyor aynı şeyleri konuşmaya. Onlar gibi olmayınca da hasta görüyorlar seni. Oysa asıl hasta olan kendileri. Yürekleri düşünmeyen, insanı önemsemeyen, sözlerin gücüne inanmayan gelir ayaklı kuklalar konuşmayı öğrendi de ne oldu sanki? Onlar balı kovandan olduğu gibi almayı seçti, bizim nasibimize ise bir tutam bal için bir çuval keçiboynuzu yemek düştü.

    Yaşam savaşıydı bu mücadelenin adı. Hanemizde galibiyet sayısı az olsa da haklı galibiyetler haklı mağlubiyetler almıştık. Tüm olanlar bittiğinde kendi içi denimize dönüyorduk. Dökük bir sandal, kırık bir kürek ile iç denizimizdeki limanları dolaşıyorduk. Kürek çektikçe yorulduk, yol aldıkça su aldı sandalımız ve parçalarını aradık gönül sarayımızın. Ne kadar kaliteli olursa olsun hiçbir yapıştırıcı yetmezdi parçaları yapıştırmaya, sarayımızı onarmaya. Tek yol vardı bu enkazı kaldırmaya oda yanmaktı. Camdan olan her şeyin hammaddesi topraktı ve yanmadan nasıl şekil alabilirdi ki? Tıpkı âdemoğlunun topraktan olup yanıp şekil alması gibi bir şeydi. Yanmalıydı, ham olan her şey gibi yanmalıydı. Ham geldik dünyaya, pişmeliydik ve yanmalıydık. Ne mutlu yanana, yangını olana!

    Körler ülkesinde görmek hastalık sayılıyordu kâinatta. Gören gözler istemiyordu kimseler, kimse gerçeklerin, olup bitenlerin görünmesini istemiyordu. Bunun adı “farklı” olmaktı. Hayatımın tüm dönüm noktalarında farklı yolları seçtim. Önce eve farklı yollardan gitmeyi denedim sonra farklı yollardan ulaşmayı denedim gerçeklere. Her zaman doğru adrese çıkmadım belki ama herkesin aşındırdığı yolları kullanmadığım için mutlu hissettim kendimi. Sırf bunun için mutlu olabildiğime mutlu oluyordum artık. Bazen zor olsa da farklı olmaya çalışmak, farklı olunabileceğini anlamak ve farklı olmanın tadına varmak güzel şey… İçinde kendini bulduğu bir kitap cümlesinin altını çizen, yalnız olmadığını anımsatan bir şiiri dinleyen, nakış nakış işlenmiş sözler cümbüşü bir şarkıyı dinleyen, havada özgürce dolaşan kuşlar yerinde olmak isteyen, bir bardak sıcacık çayı düşleyen, cama her çıkışında gözleri mehtabı ve yıldızları arayan, var olmak için hayaller kuran biri nasıl kör olabilir ki?  İşte fark burada gizli… Görmek çok basitti ama onlar gözlerini yummayı seçti.


     Şükür ki insandan insana fark var. Ya hepimiz aynı fabrikanın ürünleri gibi tek tip olsaydık? O zaman adımızın, duygularımızın, hayallerimizin en önemlisi varlığımızın bir anlamı kalır mıydı? Bu bir hastalıksa ve bizler hastaysak ben hasta kalmayı tercih ediyorum. Tedavisiz kalsın bu hastalık çünkü ben bu hastalığı çok seviyorum. Ve nefes aldığım süre zarfınca da seveceğim…

18 Ocak 2014 Cumartesi

Ben Olamama Hastalığı

Yıllar önce bıraktım sorular sormayı çünkü hiçbir cevap aradığımı bulmaya yetmiyordu. Düşündüm ve dedim ki kendime “Ya sen yanlış sorular soruyorsun ya da soruları yanlış kişilere soruyorsun.” ve o an karar verdim cevap aramayacağıma. Ne kadar söz versem de kendime ya da kesin kararlar aldığı iddia etsem de yaratılış gereği içimi hiç rahat ettirmeyen, kafamı kurcalayan bir tek saplantı kaldı; merak. Peki, neyi merak ediyordum? Yumurtanın serüveni değildi herhalde merak ettiğim.

Çoğunlukla yalnızdım bu hayatta, kalabalıklar içinde yalnız. Çevremde çok insan vardı belki ama hiçbiri beni anlamıyordu. Kimsenin umurunda değildi düşüncelerim, duygularım, yazdıklarım ve söylediklerim. Yalnızca dinlememi istediler ve ben de öyle yaptım. Sırf dinlediğim için iyi insan oldum, iyi arkadaş, iyi dost… Beni dinleyecek biri var mıydı? Varsa da aramadım, arayamadım. Belki bir gün karşıma çıkar diye bekledim hep. Beklerken de farklı biri olmaya başladım. Ben ben değildim artık. Duygularını ifade edemeyen, kendinden çok başkalarının duygularını önemseyen, içine kapanık, dışına dağınık, sürekli güleç, kendini kendi dışındaki her şeye adayan biri olup çıktım. Sırf iş olsun diye kendime iş çıkarmaya başlamıştım artık. Gözledim, dinledim, bekledim. İçimde yaşadım tüm duygularımı ve kimseye belli etmedim. Aşk, mutluluk, sevinç, hüzün, kızgınlık, utanç, pişmanlık… hiç biri dilimden çıkmadığı sürece ortada dolaşmadı. Bu yüzden başka araçlar edindim kendime. Önce şarkılar sonra şiirler… Onlar oldu benim tercümanım. Benim söyleyemediğim birçok şeyi onlar söyledi. İyi ki vardılar çünkü bana yalnız olmadığımı hatırlattılar.

Aslında az kullanılmış bir kalbim var Lakin çok bakımsız. O kadar bakımsız ki doğrudan söylenmediği sürece çoğu duyguyu fark etmiyor. Sebebi gayet açık; sahibinden az kullanılmış olması.  Kalbimi hiç ısındıramadım sevgiye, aşka, sevdaya. Belki sevmesini, sevince ne olduğunu, nasıl hissedildiğini biliyordum ama çok açık ki bilmediğim bir şey vardı; sevilmek. Beni bir insanın sevebileceğine inanmadım çünkü. Aslında inandım birkaç kere ama aradığım cevapları hiç alamadım. İşte bundandır benim soru sormaları bırakmamın nedeni. Kalbim ümitsiz ve umutsuz besleniyor artık. En ufak bir umut kırıntısında deli oluyor, çıldırıyor adeta. Hayatında hiç tatmadığı bir lezzeti tadar gibi oluyor daha sonra hatırlıyor onu ve daha fazlasını istiyor. Devamı gelmeyince de yıkılıyor, bitiyor, tükeniyor. Bana tekrar onu tamir etmek düşüyor.


İşte bundandır benim kafamın içindeki sesleri susturma isteğim. Sus, ey başında eski âlemlerin esintileri dolaşan başım! Sus ki rahatlasın yüreğim, rahatlasın ismim, cismim, her şeyim. Bilirim ki soruyu soracağım kişi değişse de cevap aynı. Sorunun adresi değişse de sonuç aynı. Sus ki daha fazla ezilmesin kalbim. Susmaz isen çekip gitmek düşer bize bu şehirden…