27 Ocak 2014 Pazartesi

Mazi Kalbimde Yaradır

  
    Hayatta her güzel şeyin bir sonu oluyor. Ve bizler maalesef zaman akıp giderken onun kıymetini bilmiyoruz. Azar azar akıp gittiğini sandığımız zamanın ardından bakınca aslında zamanın ömrümüzün bir bölümünü beraberinde götürdüğü anlıyoruz. Ne kadar çabalasak da, hayıflansak da, ağlasak da, kahrolsak da giden gittiğiyle, kalan kaldığıyla kalıyor. Zihnimizin bir köşesinde hep aynı cümle tekrarlanıyor: "Ya, ne de çabuk geçti zaman?" Maalesef bunu işten işten geçtikten sonra anlıyor insan. içimdeki dar sokaklardan zaman nehri akıp giderken ben ne önüne bir set kurmuşum ne de mataramı o su ile doldurmuşum, iş işten geçti anlaşılan.
   
   Yürüdüğüm hayat yolunun tam bu noktasında arkama dönüp baktığımda pişmanlıklar, acılar, yanlışlar, zayıflıklar, güzellikler, mutluluklar, dostluklar, arkadaşlıklar, sevdalar, yalanlar, doğrular bir yığın hatalar görüyorum ve hiçbirinden şikayetçi olmuyorum. Zaten güzel yanlarından şikayetçi olamam yaşantılarımın ama kötü görünen yanlarından bir şikayetim yok. Çünkü ben şu anda, hayatımın parçalanmaz akışında nefes almaya çalışabiliyorsam, dik durma gayretini gösterebiliyorsam ve hayata pozitif bakma denemelerimi gerçekleştirebiliyorsam bunu sana borçluyum ey geçmişim! Geride bir enkaz bıraksa da çoğunlukla zaman, şükür ki baraka gibi olsa bile kurmayı başardım kendime bir cihan. Bu cihanın içinde çok müstesna şahsiyetler ve anılar var. Sayıları çok olmayabilir ama etkileri her daim sürüyor hayatımda. Görüşmeyeli epey uzun zaman olmuştu birkaçıyla çok şükür ki hayat yollarımızı kesiştirdi tekrar. Yad edildi anılar, açıldı defterler ve tebessün edildi eskisi gibi hayata. Ayrılık vakti gelince buruktuk, hüzünlüydük, kederliydik belki ama yine de gülümsüyorduk çünkü biliyorduk ki kopmaz bağlar oluşmuştu aramızda. Elbet birgün buluşacaktık.
  
    Zaman acımasız olabilir, hayat bize oyunlar oynayabilir, insanlar bize ikiyüzlülük yapabilir, bu böyledir. Ama hiçbir şey birbirine saygı ve sevgi duyan insanların önüne geçemez, onları engelleyemez. Mutlu ediyor beni güzel insanlar tanımış olmak ve tanıyor olmaya da devam etmek. Onları tanıdığıma şükürler olsun. Ve şükürler olsun ki bu güzek insanların sayısında minik kıpırdanmalar oluyor. Hayat sen çok garipsin ve sürprizlerle dolusun ama yaşanmaya değersin. Seni yaşıyor olmak güzel şey doğrusu.

23 Ocak 2014 Perşembe

Bir Ben Daha Var

    Şöyle engin bir denize nazır ufku gözlerken bulmak istiyorum kendimi. Aslında daha çok kendimi bulmak istiyorum. Kaybettiğimi çok sonralar fark ettim benliğimi. Artık hiçbir iz kalmamış bendeki benden. Ne olduğumu hatırlamak da zor gerçi.Umut fakirin ekmeği, bulma umudunu tüketmeye köşesinden başladım ben de. Peki kimdim ben? Kimin nesiydim bu koskoca alemin büyük yürekleri içinde? Mesele tam da burada olmak ya da olmamaktı işte.

    Kara bulutlu bir gökyüzünden güneş sızar ya karanlık içine işte öyle olsunu istedim hep. Bir mum ışığı da yeterdi ama kimse çakmak bile çakmadı karanlıklar koridorundaki yolculuğum esnasında önüme. Ben de gözümü karanlıklara alıştırdım. Önce kimsesizliğe sonra sevgisizliğe sonra da bensizliğe. Ürkek bir tavşan misali en ufak çıtırtıdan korktum, en ufak ışıktan kaçtım. Yürek alışınca bir kere sessizliğe ve karanlığa, bir karıncanın ayak sesi çığlıkları çağrıştırır, bir nurlu gözün feri güneş ışığını anımsatır. Dedim ya alıştırdım yüreğimi, idmanlıyım yani. Felek her seferinde başka bir silahını denedi üzerimde fakat beceremedi beni alt etmeyi. Bilirim ki vazgeçmeyecek çünkü adı felek, onun işi sürekli insanı denemek. Yüzüme çarpan şiirler, şarkılar da onun işi... Ben üzerine gidiyorum ki anlasın, ben ben değilim ki.

    Şikayet etmiyorum hiçbir şeyden. Sonuçta bu benim kaderim, neyse ederim onu yaşar sonra terk-i diyar ederim. Palyaço olmak istemiyorum artık. Görünür yüzüm artık özüm, en büyük kanıtımdır artık sözüm.




19 Ocak 2014 Pazar

Tedavi İstemiyorum Doktor!

Sağlam tek bir parçası kalmıyor yüreklerin. Zaten sırçadan olması yetmiyormuş gibi en ufak bir çizikte çatlamalar başlıyor, çatlaklar büyüyor ve parçalanıyor gönül köşkü. Kimseler düşünmüyor sözlerin, gözlerin, gizlerin akıbetini. Varsa yoksa kendileri ve kendi âlemleri… Aynılaşmalar başlıyor daha sonra ve aynılar başlıyor aynı şeyleri konuşmaya. Onlar gibi olmayınca da hasta görüyorlar seni. Oysa asıl hasta olan kendileri. Yürekleri düşünmeyen, insanı önemsemeyen, sözlerin gücüne inanmayan gelir ayaklı kuklalar konuşmayı öğrendi de ne oldu sanki? Onlar balı kovandan olduğu gibi almayı seçti, bizim nasibimize ise bir tutam bal için bir çuval keçiboynuzu yemek düştü.

    Yaşam savaşıydı bu mücadelenin adı. Hanemizde galibiyet sayısı az olsa da haklı galibiyetler haklı mağlubiyetler almıştık. Tüm olanlar bittiğinde kendi içi denimize dönüyorduk. Dökük bir sandal, kırık bir kürek ile iç denizimizdeki limanları dolaşıyorduk. Kürek çektikçe yorulduk, yol aldıkça su aldı sandalımız ve parçalarını aradık gönül sarayımızın. Ne kadar kaliteli olursa olsun hiçbir yapıştırıcı yetmezdi parçaları yapıştırmaya, sarayımızı onarmaya. Tek yol vardı bu enkazı kaldırmaya oda yanmaktı. Camdan olan her şeyin hammaddesi topraktı ve yanmadan nasıl şekil alabilirdi ki? Tıpkı âdemoğlunun topraktan olup yanıp şekil alması gibi bir şeydi. Yanmalıydı, ham olan her şey gibi yanmalıydı. Ham geldik dünyaya, pişmeliydik ve yanmalıydık. Ne mutlu yanana, yangını olana!

    Körler ülkesinde görmek hastalık sayılıyordu kâinatta. Gören gözler istemiyordu kimseler, kimse gerçeklerin, olup bitenlerin görünmesini istemiyordu. Bunun adı “farklı” olmaktı. Hayatımın tüm dönüm noktalarında farklı yolları seçtim. Önce eve farklı yollardan gitmeyi denedim sonra farklı yollardan ulaşmayı denedim gerçeklere. Her zaman doğru adrese çıkmadım belki ama herkesin aşındırdığı yolları kullanmadığım için mutlu hissettim kendimi. Sırf bunun için mutlu olabildiğime mutlu oluyordum artık. Bazen zor olsa da farklı olmaya çalışmak, farklı olunabileceğini anlamak ve farklı olmanın tadına varmak güzel şey… İçinde kendini bulduğu bir kitap cümlesinin altını çizen, yalnız olmadığını anımsatan bir şiiri dinleyen, nakış nakış işlenmiş sözler cümbüşü bir şarkıyı dinleyen, havada özgürce dolaşan kuşlar yerinde olmak isteyen, bir bardak sıcacık çayı düşleyen, cama her çıkışında gözleri mehtabı ve yıldızları arayan, var olmak için hayaller kuran biri nasıl kör olabilir ki?  İşte fark burada gizli… Görmek çok basitti ama onlar gözlerini yummayı seçti.


     Şükür ki insandan insana fark var. Ya hepimiz aynı fabrikanın ürünleri gibi tek tip olsaydık? O zaman adımızın, duygularımızın, hayallerimizin en önemlisi varlığımızın bir anlamı kalır mıydı? Bu bir hastalıksa ve bizler hastaysak ben hasta kalmayı tercih ediyorum. Tedavisiz kalsın bu hastalık çünkü ben bu hastalığı çok seviyorum. Ve nefes aldığım süre zarfınca da seveceğim…

18 Ocak 2014 Cumartesi

Ben Olamama Hastalığı

Yıllar önce bıraktım sorular sormayı çünkü hiçbir cevap aradığımı bulmaya yetmiyordu. Düşündüm ve dedim ki kendime “Ya sen yanlış sorular soruyorsun ya da soruları yanlış kişilere soruyorsun.” ve o an karar verdim cevap aramayacağıma. Ne kadar söz versem de kendime ya da kesin kararlar aldığı iddia etsem de yaratılış gereği içimi hiç rahat ettirmeyen, kafamı kurcalayan bir tek saplantı kaldı; merak. Peki, neyi merak ediyordum? Yumurtanın serüveni değildi herhalde merak ettiğim.

Çoğunlukla yalnızdım bu hayatta, kalabalıklar içinde yalnız. Çevremde çok insan vardı belki ama hiçbiri beni anlamıyordu. Kimsenin umurunda değildi düşüncelerim, duygularım, yazdıklarım ve söylediklerim. Yalnızca dinlememi istediler ve ben de öyle yaptım. Sırf dinlediğim için iyi insan oldum, iyi arkadaş, iyi dost… Beni dinleyecek biri var mıydı? Varsa da aramadım, arayamadım. Belki bir gün karşıma çıkar diye bekledim hep. Beklerken de farklı biri olmaya başladım. Ben ben değildim artık. Duygularını ifade edemeyen, kendinden çok başkalarının duygularını önemseyen, içine kapanık, dışına dağınık, sürekli güleç, kendini kendi dışındaki her şeye adayan biri olup çıktım. Sırf iş olsun diye kendime iş çıkarmaya başlamıştım artık. Gözledim, dinledim, bekledim. İçimde yaşadım tüm duygularımı ve kimseye belli etmedim. Aşk, mutluluk, sevinç, hüzün, kızgınlık, utanç, pişmanlık… hiç biri dilimden çıkmadığı sürece ortada dolaşmadı. Bu yüzden başka araçlar edindim kendime. Önce şarkılar sonra şiirler… Onlar oldu benim tercümanım. Benim söyleyemediğim birçok şeyi onlar söyledi. İyi ki vardılar çünkü bana yalnız olmadığımı hatırlattılar.

Aslında az kullanılmış bir kalbim var Lakin çok bakımsız. O kadar bakımsız ki doğrudan söylenmediği sürece çoğu duyguyu fark etmiyor. Sebebi gayet açık; sahibinden az kullanılmış olması.  Kalbimi hiç ısındıramadım sevgiye, aşka, sevdaya. Belki sevmesini, sevince ne olduğunu, nasıl hissedildiğini biliyordum ama çok açık ki bilmediğim bir şey vardı; sevilmek. Beni bir insanın sevebileceğine inanmadım çünkü. Aslında inandım birkaç kere ama aradığım cevapları hiç alamadım. İşte bundandır benim soru sormaları bırakmamın nedeni. Kalbim ümitsiz ve umutsuz besleniyor artık. En ufak bir umut kırıntısında deli oluyor, çıldırıyor adeta. Hayatında hiç tatmadığı bir lezzeti tadar gibi oluyor daha sonra hatırlıyor onu ve daha fazlasını istiyor. Devamı gelmeyince de yıkılıyor, bitiyor, tükeniyor. Bana tekrar onu tamir etmek düşüyor.


İşte bundandır benim kafamın içindeki sesleri susturma isteğim. Sus, ey başında eski âlemlerin esintileri dolaşan başım! Sus ki rahatlasın yüreğim, rahatlasın ismim, cismim, her şeyim. Bilirim ki soruyu soracağım kişi değişse de cevap aynı. Sorunun adresi değişse de sonuç aynı. Sus ki daha fazla ezilmesin kalbim. Susmaz isen çekip gitmek düşer bize bu şehirden…